Travmalarını sevgiye çeviren ikon: Audrey Hepburn

Badem gözleri, kuğu gibi ince ve uzun boynu, -şuh bir kadın olmaktan uzak – zayıf ve kırılgan vücudu, kraliyet ailesinden gelmişçesine aristokratik duruşu… Masumiyet ve zarafetin vücut bulmuş hali Audrey Hepburn, mütemadiyen sinema, moda ve stil ikonu olarak anılır. Ancak onu bu kadarıyla bilmek haksızlık olur.

Onu hepimiz tanıyoruz, evet hepimiz. Z kuşağı da dahil. Peki Audrey Hepburn deyince aklınıza neler geliyor? Boynu kuğu gibi ince ve uzun, vücudu -şuh bir kadın olmaktan uzak- zayıf ve kırılgan, duruşu kraliyet ailesinden gelmişçesine aristokratik… Hollywood sinemasının en sevilen kadını değil mi kendisi? Dahası alçakgönüllü bir star. Moda ikonu bir güzel. Başarılı bir aktris. Peki başka? Bilmeniz gereken şu ki Audrey Hepburn’ün filmlerde dahi göremeyeceğiniz kadar ilginç bir hikayesi var. Öyle bir hikaye ki bu, içinizde daha iyi biri olma hissi yaratabilir. Bunu kesinlikle yapabilir.

Audrey Hepburn, UNESCO elçisi olarak geçirdiği beş yılın ardından bir gün aşırı karın ağrısıyla rahatsızlandı. Ardından kanser olduğu ortaya çıktı. Ancak o, son günlerini yaşamasına rağmen mutluydu. Sevgilisi ve köpekleriyle birlikte İsviçre’de yaşadığı evde, o güzel badem gözlerini 1993 yılında dünyaya yumdu. Biz hala bu muhteşem kadını konuşuyoruz. Aslına bakarsanız hayat, hepimize olduğu gibi Audrey Hepburn’e de oyunlar oynamasaydı, onu sinema tarihinin ikonu olarak göremezdik bile. Çünkü küçüklüğünden itibaren balerin olmak istiyordu. Hatta genç bir kadın olduğunda da bu isteğini kaybetmedi.

BALERİN OLMAK İSTEYEN BİR KIZ

Audrey Hepburn’ün hikayesinin en başına gidelim. 4 Mayıs 1929’da Belçika’nın Ixelles, Brüksel Bölgesi kentinde doğar. O zamanlar adı Audrey Kathleen Ruston’dır. Aslında şanslı bir çocuk sayılır. Çünkü bir barones ve bir iş adamının kızı olarak dünyaya gelir. Ailesi zengindir. O dönem bale eğitimi alır ve buna tam anlamıyla bayılır. Her yerde bale yapıyordur. Buraya kadar toz pembe bir çocukluk, değil mi? Ancak böyle sürmez. Anne ve babası arasında çıkan kavgalar ailesini ayrılığa götürür. Babası bir daha dönmemek üzere evi terk ettiğinde Audrey ilk travmasını yaşar.

Aradan onlarca yıl geçtiğinde bile o dönemi ”Babamın ortadan kaybolması yaşamımın en trajik olayıydı. Sanırım bunu hiç atlatamadım” sözleriyle ifade edecektir. Küçük Audrey, babasının evden ayrılışını bale yaparak atlatmaya çalışır. Annesi onu İngiltere’de yatılı bir okula gönderir. Ancak bu kez de savaş patlak verir. İngiltere 1939 yılında, II. Dünya Savaşı’nın başladığı dönemde Almanya’ya savaş ilan eder.

SAVAŞIN ORTASINDA BİR HABERCİ

Audrey, savaş başladığında İngiltere’dedir. Annesi, Hollanda’nın tarafsız kalarak olası bir Alman saldırısından uzak olacağını düşündüğünden Audrey ile birlikte Arnhem’e gitmeye karar verir. Audrey’i İngiltere’den havalanan uçağa babası bindirir. Bu Audrey’nin babasını son görüşü olur.

Daha sonra işler daha da kötüye gider. 1940 yılında Almanya Hollanda’yı işgal edecektir. İlk olarak adlarını değiştirirler. Bu halde İngiliz köklü bir ismi kullanmak hoş karşılanmayacaktır çünkü. Savaşın ortasında kalırlar.

O dönem henüz 10 yaşında olan Audrey, Hollanda Direniş Örgütü için çalışmaya başlar. Gizli mesajlar taşıyan bir ulak olur. Çünkü kimse bisiklet süren küçük bir kızın ayakkabısının içine bakmayı aklının ucundan geçirmez. Baleye olan tutkusunu ise asla kaybetmez. Hollanda direnişçilerine destek olmak, yaşadıkları dehşeti biraz olsun unutturmak diye müzikalde oynar. Dans ederken dünyayı unutur. ‘O ortamda müzikal nasıl olur?’ dediğinizi duyar gibiyiz. Biraz farkla. Müzikal bittiğinde alkış olmaz mesela, onun yerine sadece gülümserler birbirlerine. Ancak müzik bittiğinde her şey eskisine döner. Kıtlık vardır. Hitler’in Hollanda kaynaklarını Almanya’ya aktarmasıyla yaşanan Kıtlık Kışı denilen o günlerde bütün çocuklar gibi Audrey de zayıf düşer.

“Savaş sırasında çok zayıftım çünkü yiyeceğimiz çok azdı. Çocuklar açlıktan etkileniyordu. Tahin verilmiyordu, dükkanlarda yiyecek yoktu. O son kış hiçbir şey yetişmemişti. Havuç ve patatesi saklayabilirdiniz ama tükenmek üzereydi. Gerçekten çok zor zamanlardı.”

Audrey Hepburn, o dönem yetersiz beslenmeden kaynaklı astım ve sarılık gibi bir dizi hastalıkla mücadele eder. Aldığı uluslararası yardım sayesinde hayatta kalmayı başarır.

Koca beş yıl. Bir hafta sonra bitecek diye düşündükleri savaş beş yıl sürer. ‘O zaman savaşın beş yıl süreceğini bilseydik hepimiz kendimizi öldürürdük. İnanın bana gördüğüm tüm kabuslarda hala o günleri yaşıyorum” diye anlatır o günleri.

Savaş bittiğinde her şey eski haline döner. Annesi Audrey’i İngiltere’ye bale okuluna gönderir. Tek kuruş almadan kabul ederler Audrey’i. Orada aylarca eğitim alır. Ancak boşuna. Eğitmeni, savaşta yaşadığı sorunların ileride baş balerin olma ihtimalinden götüreceğini söyler. Elinden ağlamaktan başka bir şey gelmez. Savaş, Audrey’nin hayallerini çalmıştır.

HOLLYWOOD’DA EN SEVİLEN AKTRİS

Audrey aslında dansçıdır ve tek isteği dans etmektir. Oyuncu olmak istemez. Para kazanmak için müzikallerde çalışır ve yine bu yüzden küçük rollerde oynar. 1951 yılında Monte Carlo Baby filminde küçük bir rol almak için Monaco’ya gitmesi önemli bir dönüm noktası olacaktır onun için. Çekimin yapıldığı otelde Gigi’nin yazarı Colette ile bir araya gelir. Bakın Audrey Hepburn nasıl anlatır o günü: “Colette, kışları kocasıyla orada kalıyormuş o yıllarda. Bir rastlantı sonucu çekimi seyretmeye başlamış ve ben de oradaydım. Kendisine ‘merhaba’ dememi istediler ve beni yanına götürdüler. Tabii Colette ile tanışacağım için çok heyecanlanmıştım. Birden bana “Broadway’de Gigi’yi oynar mısın?” diye sordu. Ben de “Çok isterim ama yapamam” dedim. “Neden?” diye sorduğunda “Çünkü ben hiç oyunculuk yapmadım, hep dans ettim” dedim. O da “Dansçı olduğun için çok çalışmak gerektiğini biliyorsun, tek yapman gereken de çok çalışmak” dedi. Ben de teklifini kabul ettim.”

Güzel yüzü ve etkileyici bakışlarıyla Audrey Hepburn, oyunculuk eğitimi almamış olsa da Gigi’nin Broadway Müzikali’nde herkesin beğenisini toplar.

“Sinemaya oyunculukla değil, dansla başladım. Rol yapabileceğimi anlamalarına imkan yoktu ama bir adım önce çıkabilecek kadar yetenekli olduğumu fark ettiler. Minnettarım. Bu sayede büyük bir şöhrete ve servete kavuştum.”

ALÇAKGÖNÜLLÜ BİR STAR

Hollywood’un efsanevi oyuncusu Audrey Hepburn, ilk olarak 1951 yılında Young Wives’ Tale filmindeki rolüyle beyaz perdede görünür. Ardından Monte Carlo Baby, Lavender Hill Mob ve Secret People gibi filmlerde dikkatleri üzerine çeker.

Asıl çıkışını ise 1953 yılında başrolünde bir prensesi canlandırdığı Roman Holiday filmi ile gerçekleştirir. Film, beklentinin çok üzerinde bir başarı kazanır. Ve Audrey sergilediği rolüyle 24 yaşında bütün ödülleri silip süpürür. En İyi Kadın Oyuncu dalında Oscar Ödülü, En İyi İngiliz Kadın Oyuncu dalında Bafta Ödülü, En İyi Kadın Oyuncu dalında Altın Küre Ödülü, son olarak da New York Film eleştirmenleri tarafından verilen En İyi Kadın Oyuncu ödülünün sahibi olur.

Sonrasında başrol teklifleri tam anlamıyla yağar. Her şeyin bu kadar hızlı olacağını tahmin etmez aslında. Ancak azmi ve çalışkan yapısıyla büyük başarı yakalar. Sete gitmeden repliklerini çalışır, kamera çekime başladığında hazır olur. Çekingen yapısına rağmen aklı havada bir karaktere bile kolayca bürünebilir.

Onda dönemin kadın oyuncularının aksine seksi bir imaj yoktur. Öte yandan büyük bir çekiciliği vardır ve herkes ona bayılır. Hollywood’a tıpkı Roman Holiday filminde canlandırdığı prenses gibi girmiştir. Aslında Audrey’nin hem içi hem dışı güzeldir. Geçmişinde pek çok duyguyu yaşadığı için onları doğru bir şekilde ifade edebilmeyi başarmıştır. Acı, romantizm, tutku, neşe… Sahnede duygunun ta kendisi olur. Prenses, kütüphane görevlisi ya da bir manken olabilir. Her şeyden önemlisi öğrenmeye her zaman açık genç bir kızdır.

1961 yılında çekilen Breakfast at Tiffany’s filmiyle ise bir stara dönüşür. Bütün afişlerde, televizyonda, röportajlarda vardır. Filmde canlandırdığı Holly Golightly karakteri için kariyerinin en cazibeli rolü olduğunu belirterek, “Ben içe dönük biriyim, dışa dönük bir kızı oynamak şimdiye kadar yaptığım en zor şeydi” sözlerini sarf ederek itirafta bulunacaktır. Audrey Hepburn, 50’li ve 60’lı yıllarda tüm büyük yönetmenlerle çalışma fırsatını yakalar.

SEVGİYİ ARAYAN BİR KADIN

Yaşadığı onca zorluğa rağmen kalpleri eritecek kadar sıcacık gülümseyen Audrey Hepburn, göründüğü gibi hassas bir kadındır. Tek istediği sevmek ve sevilmektir. Ancak küçük yaşta babası tarafından terk edilişi Hepburn’de sonu gelmez bir terk edilme korkusu yaratır. Yanı sıra annesi sert ve eleştiren bir kadındır. Bu nedenle kendini hep çirkin hisseder. Çocukluğunda bir yanı sevgiye hep aç kaldığından olabilir, aşkta yüzü gülmez. Büyük aşklar yaşar, iki kez evlenir ancak gerçek mutluluğu bulamaz. İlk eşi, hayatı üzerinde fazlasıyla etki yarattığı, ikincisi ise kendisini aldattığı için evliliklerini bitirir. Öyle ki ikinci eşi medya tarafından yaklaşık 200 kadınla fotoğraflanmıştır. Buna rağmen Audrey Hepburn, babasız büyümenin bir çocuk için ne denli zor olduğunu bildiğinden ikinci eşinden boşanmamak için epey direnmiştir. Bir daha evlenmez. Ancak yaşadığı başarısız evliliklerden sonra gerçek aşkı Robert Wolders’ta bulur. Wolders da ilginç bir şekilde onun gibi Hollanda’da savaşı yaşamıştır.

KARİYERİNİ AİLESİNE FEDA EDEN BİR ANNE

Sinemanın tanrıçalarından biri olan Audrey Hepburn, aynı zamanda kariyerinin zirvesindeyken çocuğu ile okula gitmek, ödev yapmak için kariyerine ara veren bir annedir. “Küçüklüğümden beri çocukları severim” diyen Hepburn, 1966’da bu kararı nasıl verdiğini şöyle anlatır: “Sean altı yaşına geldiğinde okula başlayacağı için artık benimle sete gelemiyordu. Çok yoğun çalışıyordum. Bir gün eve geldiğimde ateşi vardı ve bana soğuk davranıyordu. Bunun üzerine oyunculuğa ara verdim. Bu çocuğu çok istemiştim.”

Bundan yıllar önce birçok kez hamile kalıp çocuklarını düşürdüğünde ise zaten şunu demiştir: ”Hayatta en çok istediğim şey bir çocuğumun olmasıydı. Daha fazla acı çektiğimi hatırlamıyorum. Babam gittiğinde bile bu kadar üzülmemiştim.”

Bu yüzden Hepburn için kariyeri ile çocukları arasında seçim yapmak zor olmaz. Ve ünlü oyuncu yıllar sonra ikinci evliliğinden Luca adında bir erkek çocuğa daha sahip olur.

MODA İKONU BİR GÜZEL

Güzelliği, zarafeti ve şıklığıyla hafızalarımıza kazınan Audrey Hepburn, güzel giyinmeye her zaman düşkün olduğunu söyler. Kendini tanıdığı için bunun önemli olduğunu ve bunun sahnedeki başarısını da etkilediğini dile getirerek ‘Sahneye güzel bir kıyafetle çıktıktan sonrası kendiliğinden gelir” der.

“Az olan çoktur” mottosuyla hareket eden başarılı oyuncu, farklılığı ile “Audrey Look” denilen zamansız bir stil akımının başlamasını da sağlar. Ancak Hepburn’ün moda dünyasına damga vurmasında Hubert de Givenchy’nin etkisi büyüktür. Hepburn, Givenchy’i kıyafetlerini dikmesi için ikna eder ve aralarında bir dostluk kurulur. Sonrasında Givenchy, Audrey Hepburn’e hayran olur. Onun vücuduna göre kıyafetler tasarlar. Dönemin dış görünüşünün aksine Hepburn’ün düzgün hatlarını öne çıkarmaya çalışır ve başarır. Geriye dönüp baktığınızda ünlü oyuncunun ses getiren kıyafetlerinin çoğunu Givenchy’nin yaptığını görürsünüz. Şahane Macera’daki elbisesi eşsizdir. Söz gelimi Breakfast at Tiffany’s filminde giydiği siyah elbise de Givenchy’nin imzasını taşır.

Aradan onlarca yıl geçmesine rağmen Audrey Hepburn, filmlerinde giydiği kıyafetler ile moda dünyasına bugün bile yön vermeye devam ediyor.

Im Freien mit Hut

GÜCÜNÜ YOKSUL ÇOCUKLAR İÇİN KULLANAN BİR ELÇİ

Sinema dünyasının yıldızı Audrey Hepburn, UNESCO’nun bir davetine katıldığında yaptığı konuşma sonrasında UNESCO elçisi olma teklifi alır. Bu teklifi, Alman işgali sırasında aldığı uluslararası yardım sayesinde hayatta kalabildiği için duyduğu minnettarlığı göstermek adına kabul eder. 1989 yılından ölümüne dek UNICEF’in İyi Niyet Elçisi olarak görev alır. Dünyanın dikkatini çekmek için televizyonlara çıkar, yardımlar toplayıp açıklamalarda bulunur. Hayatının son beş yılını, diğerlerinin yaşamını kurtarmaya adar. Bir telefon üzerine dünyanın neresinde olursa olsun, yardıma ihtiyacı olan insanların yanına koşar. Yardıma muhtaç insanların yaralarını sararken kendisini ve geçmişini de iyileştirmek için çalışır.

Hepburn, 1989 yılından ölümüne dek UNICEF’in İyi Niyet Elçisi olarak görev alır. Dünyanın dikkatini çekmek için televizyonlara çıkar, yardımlar toplayıp açıklamalarda bulunur.

 “Az olan çoktur” mottosuyla hareket eden başarılı oyuncu, farklılığı ile “Audrey Look” denilen zamansız bir stil akımının başlamasını da sağlar.

 “Babamın ortadan kaybolması yaşamımın en trajik olayıydı. Sanırım bunu hiç atlatamadım.”

Çocukluğunda bir yanı sevgiye hep aç kaldığından olabilir, aşkta yüzü gülmez. Büyük aşklar yaşar, iki kez evlenir ancak gerçek mutluluğu bulamaz.

“Her şey ters gider gibi görünürken güçlü olmaya inanıyorum. Mutlu kadınların en güzel kadınlar olduklarına inanıyorum. Yarının başka bir gün olduğuna ve mucizelere inanıyorum.”

She is More Than an Icon (Bir İkondan Daha Fazlası)

24 yaşında ilk Akademi Ödülü’nü kazanan ve dünyanın en büyük kültürel ikonlarından biri olan Audrey Hepburn’ün hayatını anlatan bu belgesel izlenmeye değer.

Son Eklenenler

Japonya’da ‘Beni-Koji’ tüketimi: Beni-Koji ile ilgili ölüm sayısı artıyor

Japonya'da takviye diyet gıdası beni-koji nedeniyle yaşanan ölümlerle ilgili endişe artıyor. Kobayashi Pharmaceutical Co. firmasının açıklamasına göre,...

Rüyalardan doğan manastır: Sümela

Trabzon’un yemyeşil vadisinde sanki sırtını ardındaki dağa yaslamış gibi bin 600 yıldır ayakta duruyor. Uçurumun kenarında adeta...

Hayatlara dokunan bir psikoterapist: BAŞAK GÜRTEKİN TOPRAK

Bir Klinik Psikolog, Çift ve Aile Terapisti, akademik hayatını sağlık politikalarına adamış bir aktivist, aile şirketlerine danışmanlık...

Alkışlar Nevin Yılmaz’a

Başarılı tiyatro oyuncusu Uğur Aslan, “Afara: Bir Arabesk Müzikali” isimli oyununu kanser hastası kadın depremzedeler için sahneledi....
spot_imgspot_img

İlgili Yazılar

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

spot_imgspot_img